Yazı: Mustafa
Alp Dağıstanlı
Fotoğraflar: Şebnem Eraş
"17 Ağustos 2001 Berker Dışpınar ve
Seçkin Çelebi için, yani depremin tüm çocukları için"
Gölcük'te kimse belediyenin yerini bilmiyor. Herkes başka bir yere
gönderiyor arayanı. Kaymakamlığın prefabrike ofislerine gidip soruyoruz;
ne de olsa bir devlet kurumu, bilirler diye. Evet, bir yer tarif ediyorlar
ama orada yok belediye. Gençten birine soruyoruz, Murat Saral'a. "Hayır
abi orada değil, taşındı oradan" diyor, "gelin ben sizi götüreyim".
-`Tarif et, biz gideriz' diyorum.
- `Ben de zaten bir dolaşacaktım. Birkaç arkadaşa uğrayıp çay içeceğim'
diye ısrar ediyor.
Yürüyoruz. `Aaa! Yok. Taşınmış buradan.' Tanıdıklarına soruyor. Adresi
alıyor. Yine yürümeye koyuluyoruz beraberce. Yolda laflıyoruz.
|
|
|
|
Gölcük Çarşısı'nda dükkânı varmış. Deprem
gecesi de yine çarşıda üst kattaki bir birahanede içiyorlarmış. Kalmış.
Çıkardıklarında her tarafı kırık içindeymiş. `Bacaklarımda, kollarımda bir
sürü platin var. Onun için `Pinokyo' diyorlar bana' diye anlatıyor. Şen
şakrak biri; bilgisayar oyunları, DVD, CD satan bir dükkânı var.
Gölcük Çarşısı'nın yerinde yeller esiyor şimdi. Moloz kaldırılmış ve moloz
kaldırılınca ne kadar olursa o kadar düz bir alan ortaya çıkmış. Etrafı
tel örgülerle çevrilmiş. Bir yanından öbür yanına geçilebilen iki küçük
aralık var. Çarşı, depremle birlikte Gölcük'ün batan ekonomisinin timsali
gibi moloz düzlüğü olarak öylece duruyor.
Gölcük'ün en eski kitapçısı Dünya Kitabevi, bu alanın arkasındaki sokakta
bir `konteyner'da hizmete devam ediyor. Kitabevinin sahibi Osman Nuri ve
Neclâ Özkan, `Çocuklar üniversiteyi bitirip iş buldu, deprem oldu. Tek
şansımız bu' diye anlatıyor. Osman Nuri Özkan, `Buradaki durumu, şartları
çocuklara çok anlatmıyoruz. Ayda bir gelmelerini söylüyoruz; çok
üzülmemeleri için' diyor. Özkan'ın anlattıkları durumu gayet iyi
özetliyor: `Deprem olduğunda cebimde altı milyon lira vardı. Sağlam ve
açık bulduğum bir büfeye gittim. Su ve sigara aldım. Bir milyon kaldı.'
Sonra? Sonra kredi kartını kullanmışlar başka depremzedeler gibi. Tabii,
ödeyememişler ve faiz binmiş, bindikçe binmiş. Bu da yetmezmiş gibi,
devlet borç vermiş. Sonra 10 milyon borç 150 milyon olmuş. `On dokuz
taksit demişlerdi ama faiz uyguladılar' diyor Özkan. `Yılların birikimi
bir evimizi elden çıkardık...' Benzer durumlar yaşanmış hep. `Buranın en
güzel yeri Yüzbaşılar'da bile 2 milyara, 5 milyara komple binalar
satıldı.'
Adapazarı'nın tam merkezinde, 60'ında bir adam karşıya geçmek için
bekleyen insanların önüne fırlıyor ve asabi adımlarla yolu geçiyor. Bir
yandan da bekleyenlere bağırıyor: `Durmayın durmayın durmayııın! Bu adam
çamurları sıçratır.' Sanki arabayı kullanan adamın huyunu suyunu gayet iyi
biliyormuş gibi. Adam uzaklaşırken sürücü de arabasının içinde kendi
kendine söyleniyor. Allah bilir ne diyor! Trafik ışıkları çalışmıyor
Adapazarı'nda.
Aslında adamın bu bağırtısı gayet normal. Aynı, yazın sıcağında toz bulutu
yeri göğü sarmışken arabaların çamur sıçratabilmesinin normal olması gibi.
Adapazarı'ndan ta Gölcük'e kadar herkes ağız birliği etmişçesine aynı şeyi
söylüyor: `Yağmur yağınca diz boyu çamur, yağmayınca bulut bulut toz.'
Hele bir de rüzgâr varsa, arazözlerin sabahtan akşama yolları sulaması
tozun yerde kalmasını mümkünü yok sağlayamıyor. Artık sizin saçınız
başınız da toz kaynaklarından biri haline geliyor. Rüzgâr, önceki toz
bulutlarının saçınıza yığdığı kum taneciklerini uçurup yenilerini
yerleştiriyor.
|
|
|
|
Deprem artığı bölgelerde sadece bir gün
bile geçirmek, karşıdan karşıya geçen adamın `Durmayın' diye galeyana
gelmesini anlamaya yeter. Çünkü böyle bir sebep ortada yokken de insanlar
sokak ortasında aniden nara atabiliyor. Toz bulutlarını oluşturup
havalandıran rüzgârın kendini zaman zaman göstermesine mukabil, kimine
kimi zaman nara attıran, kiminin yüzüne acı bir tebessüm nakşeden, kimini
tebessümsüz bir acıyla kavuran, ama hemen hemen herkesi bugüne ve yarına
dair umarsız endişelere sürükleyen o öbür rüzgâr, o ağır hava hiç eksik
olmuyor.
Sabah saatlerinde, Adapazarı'nda bir kahvenin tek müşterisi olan Gürcan
Şenok, `Çatlattı pek çok kimse, kafayı sıyırdı' diye tanımlıyor durumu.
Şenok camcı; `Birçok camcı arkadaş cam takmaya ikinci katlara bile
çıkmıyor' diyor. `Rüyalar görüyoruz. Bazen tam o anı. Kaç kere
uyanmışımdır bu rüyalarla'
Arif Nogay'ın bir muhasebe bürosu var. Gölcük'teki Dünya Kitabevi'nde
sohbet ediyoruz kendisiyle. Takım elbisesi içinde, sakin, yumuşak bir ses
tonuyla tane tane konuşuyor. `Bakmayın sizle böyle normal, yumuşak
konuşmamıza, bir şey olur, bir kelime geçer, bir an veya bir mesele gelir
aklımıza ve kaybedebiliriz kendimizi, hırçınlaşabiliriz. Sokaktaki herkes
en az bizim durumumuzda' diyor.
Genellikle bir sakinlik, yavaşlık, ağırkanlılık hâkim sokaklara ve
insanlara. Sanki arabalar da hızlı gitmiyormuş gibi. Bu, şartlanmayla
beraber giden algılama bozukluğu olabilir. Gel gelelim, herkesin kabul
ettiği, nesnel bir gerçeklik olan yavaşlıklar da var. Başta depremle
yıkılmış şehirlerin yeniden yapılmasındaki yavaşlık, insanların gittikçe
`normalleşen' bir hayata geçişindeki yavaşlık'
Adapazarı Valiliği'nin prefabrike ofislerinde mesai saati bitmiş, bazı
görevliler yavaş yavaş çıkmakta. Ama içeride faaliyet sürüyor. Faaliyetin
ana konusu, deprem sonrası çalışmalarla ilgili hazırlanmakta olan bir CD.
Vali Yardımcısı Ahmet Zateroğlu heyecanla uğraşıyor. Yeni oluşturulan
bilgiişlem biriminin büyük odasındayız. Duvarlarda ilin üçboyutlu
haritaları. Valilik pek yakında tamamen dijital sisteme geçmeye hazır
olacak. Şehrin her yanı ve her sorunu her an bilgisayar ekranından
izlenebilecek. Bir evde yangın mı çıktı, anında bilinecek hangi ev olduğuÉ
Vali, yapıcı eleştirilerle CD'yi izliyor ve son provanın kendisine
gösterilip çok kısa bir sürede İl Özel Meclisi'nin önüne çıkarılacak hale
getirilmesini istiyor. Hem yapılan işler, hem de bu işler için harcanan
para bakımından CD'deki rakamlar etkileyici. Mesela su ve kanalizasyonu
ele alalım. `Şehrin su ve kanalizasyon altyapısı yüzde 80-85 oranında
tahrip olmuş.' Depremden sonraki bir buçuk yıl içinde `içme suyunda yüzde
84, kanalizasyonda yüzde 63 fiziki gerçekleşme sağlanmıştır. Her iki işin
toplam bedeli 1999 birim fiyatlarıyla yaklaşık 60 trilyon liradır'.
|
|
|
|
Dışarıda ise bu rakamların hiçbir izi
bile görünmüyor. Rüzgârın kaldırıp savurduğu trilyonlarca toz zerreciği
gibi. Adapazarı ve Gölcük'te insanların bu paraların kendi şehirleri için
harcanmış olduğuna inanması imkânsız. Zaten söylüyorlar da bunu. Aslında
bu konu gazetelere de yansımıştı; depremzedeler, toplanan 8 katrilyon
liranın sadece 2 katrilyon lirasının deprem bölgesi için kullanıldığını
söyleyip kalan paranın nereye gittiğini soruyorlardı.
Adapazarı'nda prefabrike doktor ofislerinde bir odası olan Doktor Ata
Saydam'ın ikram ettiği çayları içiyoruz. Herhangi bir kahvede de
içebilirsiniz çay, ama buradaki çay biraz daha değerli. `Suyumuzu
dışarıdan getiriyoruz, şehir suyunu asla içmiyoruz; yiyeceğimizi de evden
getiriyoruz, şehirde bir şey yemiyoruz' diyor Saydam. Sokaktaki herkesin
söylediği şeyi Doktor Saydam da söylüyor: `Yağmur yağınca diz boyu çamur,
yağmayınca toz.' Doktor gözünden bakınca durum daha da vahim: `Bu
şartlarda salgın hastalıklar baş gösterebilir tabii. Şikâyetlerin çoğu
altyapı eksikliğinden kaynaklanan hastalıklar.'
Uzun lafın kısası, doktoru da, gazetecisi de, kahvecisi de, camcısı da
aynı fikirde: `Bu şehre hiçbir şey yapılmadı. Yapıldı diyen varsa alnını
karışlarım.' Valiliğin ve belediyenin dediği gibi yapıldıysa bile
görünmüyor, belediyenin yaptırmakta olduğu Deprem Anıtı hariç.
Adapazarlılar, bu anıtın kendileriyle alay etmek olduğunu söylüyor.
Yapılacak bunca iş varken, bunların hiçbirini yapmayan belediyenin dünya
kadar beton ve para harcayıp depremde yan yatmış süsü verilmiş bir bina
yapmasını anlayamıyor insanlar. Bizim gibi, Adapazarlılar da pek şüpheli
ya, bitince güzel bir şeye benzeyecek olsa bile, `Ne gerek vardı! Yıkılmış
bina mı yoktu burada? Çevir birini veya birkaçını, hem anıt, hem anı, hem
açık hava müzesi olarak düzenle' diyorlar.
Enkaz kaldırma çalışmaları bitti bu şehirlerde tabii, ama yine de bu
özellikte, yani anıt olabilecek binalar var şehir merkezinde. Ama onlar
hafif hasarlı kabul edilmiş ya da ettirilmiş ve yıkılmamakla kalmayacak,
içinde oturulacak. Mesela, Çark Caddesi'nin hemen başlarında, şu anda
kullanılamayan Belediye binasının arkasındaki sokakta bulunan beş katlı
bina gibi.
Türkiye'nin en iyi statikçilerinden İnşaat Mühendisi Ergün Tunalıgil,
`Bitmiş bu bina', diyor, `hiçbir şey yapılamaz'. Yıkılmayacağına
inanamıyor. Ya da valiliğin tam karşısında, sağa yattığı bariz olan dört
katlı bina. O da yıkılmayacak. El insaf! Ergün Tunalıgil, `Depreme gerek
yok, buna maili indiham (düşeyden sapma) denir ve normal zamanda da yüzde
10'u geçerse belediye tarafından hemen yıkılır; yıkılması gerekir. Yasa
böyle söylüyor' diyor.
Örnekler çoğaltılabilir. Gölcük'te de benzer durumlara sıkça rastlanıyor.
Prefabrike Dünya Kitabevi'nin arkasındaki sokakta bulunan altı katlı bina,
kolon yerine konmuş kütüklerle yerinde şimdilik durabiliyor. Bu bina için
yıkım kararı vermişler. Ama hâkimlikten rüşvet yüzünden atılmış birinin
iki dairesi varmış ve mahkemeye gitmiş. Dört kere yıkım kararı vermiş
mahkeme. Bu kişi de her seferinde itiraz etmiş ve sonunda eski hâkim
kazanmış. `Devlette bağlantısı, girdisi çıktısı olan işini hallediyor'
değişmez gerçeğinin kendini bir kere daha gösterdiğini düşünüyor herkes.
İşin komik tarafı, bu binanın yan tarafındaki arsa Vakıflar Bankası'na
aitmiş, ama kütüklerle berkitilmiş bu yapı üzerine yıkılır diye kendi
binasını yapmaktan kaçınıyormuş. Tunalıgil, bu binanın da derhal yıkılması
gerektiğini söylüyor.
|
|
|
|
Daha neler var! Balkona yapılan kolonlar,
kirişlere hiç dokunulmadan, sıvaları bile açılmadan gerçekleştirilen
güçlendirmelerÉ İçi dışı boyanıp cicili bicili hale getirilmiş binalarda
ne yapıldığını anlamak zor, ama çoğu herkesin gözünün önünde. Ergün
Tunalıgil, bu binaların 4. derece hasarlı, yani kısmi yıkıma uğramış
yapılar olduğunu söylüyor. Yani bir sonraki ve son aşama, tam yıkıntı.
Ayrıca, güçlendirme için önce hesap ve proje yapılması gerektiğini,
istisnai durumlar hariç, kolon yapmakla işin geçiştirilemeyeceğini
söylüyor Tunalıgil. `Mutlaka perde duvarlar yapılmalı' diyor.
İşte bu binaların da katkısıyla belki, enkaz kaldırılmış olmasına rağmen
hâlâ bir yıkıntı, döküntü halinde özellikle bu iki şehir. Bir inşa
faaliyeti de göze batmıyor doğrusu. Herkes bu şehri terk etse mesela, o
kadar yadırgatıcı olmayacak görüntü. Fakat insanlar var; faaliyet
içindeler, sanki mamur bir kentteymişler gibi.
Bu `mamur' kentlerin deprem artığı binalarında kim oturur ki? Gölcük'te,
Bizim Köşe emlak bürosunun ortaklarından Aziz Torun `Buranın yerlisi
oturmaz, oturmuyor' diye cevaplıyor. `Oturulabilecek durumda olanlarda
bile oturmuyorlar'.
`Bak', diyor, az önce konuştuğu birini göstererek, `bu arkadaşın bir 5.
kat dairesi var; sağlam. Ama oturmuyor. Gerçekten sağlam. Arsa arıyor'.
Bu sefer o kişiye soruyorum sebebini. `Oturmam abi' diyor, `yaşadım o
depremi bir kereÉ Arsaya tek katlı bir ev yapacağım ve beton da
olmayacak'.
Emlak bürosu kalabalık; laflamak için uğrayanlar, kiralık veya satılık ev
arayanlar, arsa derdinde olanlar, adres sormaya gelip konuşmaları duyunca
takılıp kalanlarÉ Bizim Köşe'nin öbür ortağı Rıza Akdoğan Rizeli ve şive o
biçim. `Yerden kafaya kadar yedi tane perde beton koyduk' diye anlatıyor
kendi apartmanlarını. Hiç hasar yokmuş, ama orta hasarlı raporu alıp
yapmışlar.
|
|
|
|
Astsubay emeklisi Ömer Demir de kendi
binalarını sağlamlaştıranlardan. `Sorun yok' diyor kendinden emin bir
ifadeyle. `İki milyar vermişlerdi onarım parası; şimdi KDV'sini istiyorlar
340 milyon lira' diye şikâyet ediyor. Aslında, bu yardım paraları deprem
bölgesinin tamamında en önemli sızlanma konularından.
Yarım saattir patlayacakmış gibi duran ama sessizliğini koruyan Hafize
Dalar sonunda patlıyor. Heyecanla ve hiddetle konuşuyor. Ankara'daki
politikacıdan belediye başkanına, validen vatandaşa kadar herkese payını
veriyor. Bebeler aç dururken bebek mamalarına saldıran yetişkinlerden,
soyulan evlerden, toplumun büyük bir kısmını saran çapulculuktan
bahsediyor. `Süleyman Solak zamanında (1984'e kadarki belediye başkanı)
yapılanlara bir şey olmadı' diyor. `Ben 1976'da geldim. Şimdi ayakta olan
binalar o zaman gördüğüm binalar.'
Aslen Arhavili bir Laz olan ve 40 yıldır Gölcük'te yaşayan Aziz Torun da
doğruluyor hırsızlık olaylarını. Kamyonu dayayıp `Taşınıyoruz' deyip
başkasının evini soyanlar olmuş. Ve birinde de soyguncular, `Ne
yapıyorsunuz' diye soran ev sahibine aynı `Taşınıyoruz abi' cevabını
vermiş. Neyse, yüklemişler evi. Ev sahibi de polise haber vermiş.
Soyguncular içeri. Ev sahibi de zaten taşınmak istediği için yüklü kamyonu
yeni evine göndermiş.
Hayatın çirkin yüzü, tabii ki depremle başlamamıştı ama deprem
görünmeyenleri de görünür kıldı. Depremin yıktığı şehirlerde açlık vardı
tabii, ama açlık Türkiye'nin başka yerlerinde daha önce de vardı. Aziz
Torun anlatıyor: `Doğulular akrabalarını çağırdı: `Gelin, her şey
bedava!''
Açlık sadece mide ile ilgili değildir ya, Pinokyo Murat, belediyeyi arama
uğraşımızda bize mihmandarlık yaparken bir ara hiddetle ve küfürler
savurarak söyleniyor: `Sanki biz bakamıyoruz kızlara, laf atamıyoruz. Ulan
sen kim oluyorsun da'
Deprem sonrası enkaz kaldırma ve inşa faaliyetleri için doğudan çok fazla
amele gelmiş Gölcük'e ve öbür deprem bölgelerine. Bu durumun yarattığı
gerilimler var. Yani bir yandan depremin `yaraları sarılmaya'
çalışılırken, bir yandan da eski ve köklü yaralar sızlamaya, kendini
göstermeye başlıyor.
Türkiye'de yaraların (sorunların, krizlerin) tedavi edilmediğinin, sadece
eskitildiğinin en iyi örneklerinden biridir deprem sonrasındaki durum.
Adapazarı örneğinden gidelim. Şehrin 14 kilometre kuzeybatısına yeni bir
kent kuruluyor. Neredeyse tamamlanmış durumda. Valilik ve Belediye
binaları da oraya taşınacak. Ama eski şehir de yine yerinde duracak,
tamamen boşaltılmayacak. Sivil toplum kuruluşlarının 9 Ağustos 2000
tarihli ortak basın toplantısından birkaç satırla devam edelim: `Adapazarı
Büyükşehir Belediye Meclisi tarafından onaylanmış ve askıya çıkarılmış
olan 1/1000 ölçekli Adapazarı Merkez İlçe Uygulama İmar Planı mevcut
yerleşimi olduğu gibi korumakta, parsel bazında jeoteknik etüd
yapılmaksızın tüm imar planı sahasını yapılaşmaya açmakta ve kentin büyük
bölümünde 0.333/0.90 emsal ile 3 kat yapılaşma izni vermektedir. Mevzuata
aykırı olarak askı süresi içinde incelemeye açılmamış olan Plan
Notları'nda'
Yine plan program eksik, yine güzel şehirler yaratamayacağız, yine
insanların yaşadıkları şehri yaratma sürecine katılmalarını
sağlayamayacağız, yine, yine, yine... Yıkılan şehirleri yeniden yapma
işlerini daha önce yaptıkları binalar, tatil köyleri yıkılan `sabıkalı'
şirketlerin müteahhitlerin alması gösteriyor bunu. Bu gazetelere yansıdı
zaten. Ama bu ülkede her şey medyaya yansıyanlardan ibaret olsaydı, 17
Ağustos depreminde yaşanan katliam da yaşanmazdı. Depremzedelere kulak
verecek olursak, `yüzyılın felaketi' diye nitelenen trajedinin (artık
öğrendiğimiz gibi, felaket deprem değildir, felaket insanları depremin
şiddetine maruz bırakmaktır) sorumlularının sorumlu tutulma noktasından
miktarları neredeyse `'fix' hale gelmiş rüşvetlerle sıyrıldıklarını da
duyarız.
Kurşunun değdiği yere yara bantı yapıştırır gibi, çökmeye ramak kalmış
binaları canlı renklere boyamak gibi... Tedavi etmeye, çözmeye,
iyileştirmeye gerek yok; unutabiliyorsak unutalım, alışabiliyorsak
alışalım, yokmuş gibi yapabiliyorsak yokmuş gibi yapalım.
Unutmayı ve yok saymayı `tevarüs edilmemiş asalet'ine yakıştıramayan 68
yaşındaki Hulusi Yılmaz, Gölcük'ün en eskisi Ziynet Kuyumculuk'un sahibi.
Şimdi `Moloz Düzü' olan Gölcük Çarşısı'na bakan aynı dükkânda köfte ve
döner satıyor. `40-50 milyar lira alacağım vardı ama borcum da vardı'
demekle yetiniyor. Ötesini anlıyorum. Alacaklar helal olsun; kimden nasıl
istesin! Hırsızlık, dolandırıcılık da girmiş işin içine ve... Borç?
`Şeref, haysiyet için, başım dik yürümek için yapıyorum bunu.' Kuyumculuk
işi Amasya'da devam ediyormuş bir yandan. `Köfte yiyen simit yemeye
başladı Gölcük'te' diye anlatıyor. `Ben kuyumculuğu da en üst düzeyde
yaptım, bu işi de öyle yapıyorum. Böyle bir döner ve köfte yiyemezsin
başka yerde. İzmit'ten benim dönerimi yemeye geliyorlar. Bu bir iftihar
vesilesi benim için.'
Deprem bölgesi ise Türkiye toplumu için ve tek tek her birimiz için asla
iftihar vesilesi değil
|