17 Ağustos İzmit, 12 Kasım
Düzce depremleri yıllardır ilgi görmemiş ve içeriği üst düzeydeki
yöneticiler tarafından da anlaşılamamış iki meslekten tüm ulusu
haberdar etti. Bu iki meslek yer bilimlerinin iki farklı yöntemi
kullanan jeoloji ve jeofizik disiplinleridir. Jeoloji doğrudan yer
yüzünde gözlem yaparak katı yerküreyi anlamaya çalışır. Jeofizik ise
jeologların gözleyemediği derinlikleri birçok teknik donanımı
kullanarak dolaylı şekillerde anlamaya çalışır. Bu iki disiplin birçok
konuda birbiriyle ilişkiliyse de esas onları birbirine en çok
yaklaştıran olgu depremdir.
Depremi yaratan derin yerküre
süreçlerini anlamaya çalışan jeofizikçiler, jeologların yüzyıllardır
gördükleri devasa yer yamulmalarını, dağların oluşumunu, kıvrımları ve
fayları oluşturan mekanizmaların derindeki evrimini anlatırlar.
Yerküre dinamiğinin biricik kaynağı, katı kabuk ile sıcak ve akışkan
mantonun arasında oluşan ısıldöngü hücreleridir. Bunlar, aynı kaynayan
bir ağdanın soğuyan üstünü sürüklemesi gibi kıtaları ve okyanusun
altında bulunan uzantılarını sürükler. Bunlar insanın hissedemeyeceği
kadar yavaş kaotik yapılardır. Bu nedenle yerkürenin kendi ömrüne göre
hızlı değişen çehresini anlamak yer kürenin evrimini ve zamanı da
anlamaktır.
Yerküre, İnsan ve Zaman
İnsan yaşamı itibarıyla zamanı
algılarken saniye, dakika, gün, ay, yıldan söz ederken zorlanmaz.
Yüzyıl, bin yıl on bin yıl gibi süreleri de bilgisi oranında
boyutlandırabilir. Ama yerküre söz konusu olunca zaman, insanın
algılayabileceği boyutları zorlar. İşte bu ısı değişimi sonucu oluşan
ısıldöngü hücreleri de o kadar yavaş hareket eder ki bunları anlamak
için gözlem süresini uzatmak gerekir. İzlanda bunun yeryüzünde en
kolay gözlenebileceği ülkedir. İzlanda’nın batı sahili ve doğu sahili
yılda ortalama 5-6 cm hızla birbirinden uzaklaşır. Bu aslında ölçümü
hassaslaştırdığınız zaman cm-mm boyutunda her sene değişir. Yüzyıl
içinde yapılan bir gözlem belki de uzaklaşma hızı için ortalama bir
fikir verse bile, her yıl ölçülen değerler birbirinden farklıdır.
Ortalama hızı hesaplamak için yapacağınız çalışma on bin yıllık
gözlemi içerirse, elinizde dalgalanan bir grafik kalacaktır. Bundan
ortalama bir eğri geçirseniz bile asla bütün değerlerin eğrinin
üzerine oturması mümkün olmaz. İşte siz bir milyon yıllık değerleri
okuduğunuzda elde edeceğiniz ortalama hız eğrisi daha düzgünken,
yüzyıllık eğri daha hassas olmasından dolayı dalgalıdır. Bu nedenle
insan yaşamı boyunca gerçekleşen yerküre süreçlerinin gözlenenleri
karmaşıkken, yerbilimcilerin izledikleri milyon yıllık gözlemler daha
düzgün ve anlaşılırdır. Yerküre merkezli zaman için hassasiyet yüzbin
yıllar mertebesindeyken, insan merkezli zamanda hassasiyet salise
boyutundadır.
Yerküre yaklaşık 4,5 milyar
yıldır var. Güneş büyük bir dev halini alana kadar bir o kadar daha
var olacak. Dünya 90 yaşına kadar yaşayan bir insan gibi varsayılsa
bugün kırk beş yaşlarında. Bu noktada zamanı dünyaya göre
boyutlandırdığımızda 365 günün dünya yılı karşılığı 16.425.000 güne
eşittir. Bir insan gününün dünya zamanıyla ifadesi 45.000 gündür. Yani
dünyanın 90 yıllık ömründe bir günün 45.000 insan gününe denk olması,
düşüncenin boyutlarını zorlayan, yerbilimcilerin çoğunun bile tahayyül
etmediği bir gerçekliktir. Bu nedenle yerbilimcinin anlatmaya
çalıştığı zaman ve olayların tekrarlanma aralıkları, aslında dünya
ömrüne göre düzgün ve açıktır. Yerküre ile ilgili ağır kanlı
hareketleri tanımlarken insanın beklediği keskinlik kendi zamanı
gibidir ve yerküre süreçlerinin algılanmasında önemli bir güçlüktür.
Bu karmaşanın sebepleri arasında sıradan insanla yerbilimci arasında
dil farkı olması en önce gelir. İşte böyle bir çerçevede sokaktaki
adama depremler ve fayların evrimi arasındaki zamansal ilişkiyi
anlatabilmek gerçekten büyük zorluklar içerir. Bu nedenle yerküre
dinamiğini anlatmadan, fayları anlatmak, depremin tekrarlanması ve
öngörülmesi hakkında bilgi aktarmak, bilim insanı ile sokaktaki adam
arasındaki dil farkını gidermediğiniz sürece mümkün değildir. Bu
nedenle Kuzey Anadolu Fayı’nda deprem olacak dediğinizde insanlar
algılayamamaktadır. Neredeyse Kuzey Anadolu Fayı’nda 3,7 milyon yıldır
kaba bir hesapla 3700-5000 arasında deprem olmuştur. Düşünün ki dünya
zamanı ile Kuzey Anadolu Fayı daha 8 günlüktür ve günde minimum deprem
sayısına göre 3 dakikada bir deprem olmaktadır ve eğer maksimum deprem
sayısını alırsak bu 2.5 dakikada birdir. Her bir depremin arasındaki
süre ise 30 yıllık sapmada sadece yaklaşık 2 salisedir. İnsanlar
herhangi bir işte bu kadar farkı ihmal eder; 2.5 dakikada bir olan bir
olayı eşzamanlı periyotlar olarak değerlendiririz. Böylece normal bir
kol saati gibi dünya zamanı ile olayların gerçekleşmesi eşzamanlı
algılanır. Bu da aktif bir fayda deprem olacak sözünün tartışılmaması
gerektiğini, kesin zamanı ise tartışmanın ne kadar anlamsız olduğunu
gösterir. Elimizde dünya saniyesini ölçen kronometreler olsa karşılığı
insan zamanı ile 12.5 saattir. Bu nedenle depremlerin tekrarlanma
aralıkları ve tahmininden mantıklı bir sonuç çıkarmanın yolu dünya ve
insan zamanlarını ayırmaktan geçer.
Deprem Olgusuyla Tanışma
Ülkemizin yaşadığı iki deprem
sonucunda fayları, fayların nereden geçtiğini, nerede oturulması ve
bina yapılması gerektiği konusundaki tartışmalar, ilk aylarda
neredeyse günde iki üç saati bulan programlarla eksik veya doğru
biçimde insanlarımızı bilgilendirdi. Bu bilgilenmenin sonucunda
bilimin her sorunun cevabını vereceği gibi bir ön yargısı olanlar şu
soruyu sormaya başladı: Depremler önceden bilinebilir mi? Bu can alıcı
sorunun cevabını bir çok okumuş jeolog dünyayı izlediklerinden hayır
bilinemez diye verdi. Bunların ardından birçok jeofizikçi “eğer çok
sayıda işaretçi parametreyi ölçersek deprem önceden bilinir”
demeye başladı. Aslında dikkat çekmeyen nokta, depremin önceden
bilinmesi demek; 30 ağustos 2000 saat 13:22’de San Andreas Fayı
üzerinde, şu koordinatlarda, şu kadar derinlikte, şu şiddette deprem
olacak demekti. Zaten depremin önceden bilinmesindeki (earthquake
prediction) prediction; kehanet, kestirme, önceden haber
verme gibi kesinlik içeren bir ifadedir. Bu soru yanlış olduğundan
cevabının doğru olması da mümkün değildir. Çünkü depremi önceden haber
vermek kendi içinde kesinlik içerir ve insan zamanında mümkün
değildir. Bu, dünya zamanı dikkate alındığında ise basittir. O zaman
dünya zamanı ile insan zamanı arasındaki farkı bilerek bu soruya cevap
aranabilir. İlk olarak, bu cevabın keskinliği hava tahmini programları
dinlendiği takdirde anlaşılabilir. Bu pazar İstanbul’da hava çok
bulutlu ve mevzi sağanak yağışlı olacak diyen bir sunucudan kimse
yağmurun hangi sokakta, saat kaçta, ne kadar süreyle yağacağını
anlatmasını beklemez. Meteorologlar da en hızlı akışkanla
uğraştıklarından bunun neredeyse imkansız olduğunu bilir ve öngörü
değil tahmin yaparlar. Kısa periyotlu kaotik değişimlerle uzun
periyotlu kaotik değişimler arasında doğaları itibarıyla fark yoktur.
Ama insan için zamansal fark vardır. Çünkü insan evreni ve dünyayı
kendi ölçütleriyle anlamak ister. Oysa doğa kendini ele vermekte çaba,
merak ve bilgilenmeyi istesek de istemesek de dayatır. Bu nedenle
soruyu kendi uyduruk kriterlerimize göre sorarsak doğru yanıtı almamız
güçtür. Eğer meteorolojide olduğu gibi sorular yerinde sorulursa cevap
daha kolay mı ortaya çıkabilir?
Depremi Önceden Bilmek mi?
Depremi Önceden Tahmin Etmek mi?
Depremin oluşma nedeni
birbirine göre yer değiştirmek isteyen kütlelerin sürtünme kuvvetini
aştıkları anda meydana gelen enerjinin açığa çıkması sonucu süren
devinimdir. Deneyler göstermiştir ki, böyle bir devinimin öncesinde
yamulma ve mikro kırıkların oluşma evresi gerçekleşir. Bu yerkabuğunda
da böyledir. Fakat laboratuarlarda saptanan bu gerçekliğin doğrudan
gözlemlenmesi fayların derinlere uzanması ve çok geniş alanları
etkilemesinden dolayı doğrudan gerçekleşmez. Bizler bunu ancak dolaylı
gözlemlerle anlayabiliriz. Bu nedenle heterojen bir yerkabuğunda
homojen davranış ve insan zamanı içinde eşzamanlılık beklemek
neredeyse imkansızdır. Bu nedenle depremi kestirmek veya önceden
bilmek kelimeleri yerine depremi önceden tahmin etmek (earthquake
forecast) sözleri daha doğru bir çerçeve çizer. Aslında bu
yapılabilmektedir. Yıl bazlı gözlemler sonucu GPS (Küresel konum
belirleme sistemi), paleosismoloji, stres analizleri önümüzdeki şu
kadar yıl içinde, şu alanda bir deprem olacak diyebilmektedir. Bu aynı
mevsimlerin tekrarlanma aralığını tanımlamak gibi eninde sonunda bir
depremin olacağını bildiren bir tahmindir. Keskinliği yazdan sonbahara
geçişin keskinliği kadardır. Eğer siz tahmin aralığınızı kısaltmak
isterseniz özel seçilmiş lokalitelerde, hidrojeolojik, su kimyası,
kesme dalgası analizi, stres değişimi ölçümü yaparak ve sismik
aktiviteyi gözlemleyerek bu süreci haftalar boyutuna
indirgeyebilirsiniz. Bu tür bir başarı Çin tarafından Haicheng 1975
depreminde elde edildi. Bir hafta içinde deprem tahmini yapan Çinli
yerbilimciler yetkilileri uyararak olası bir deprem için binlerce
insanı bir hafta dışarıda tuttular ve deprem sonucu sadece heyecandan
bir kişi öldü. Fakat bu zafer uzun sürmedi. Çinli yerbilimciler ülke
çapındaki programlarında Thangshan gibi bazı depremleri tahmin
edemeyerek bu önemli zaferleri gölgelediler. Batı merkezli
araştırmalar ve araştırıcılar Çinlilerin gözlemlerinin bilimsel temele
oturmadığını, bu nedenle Haicheng’de şans eseri depremi tahmin
ettiklerini öne sürdü. 1996 yılında Amerika’da yapılan bir toplantıda
yerbilimciler depremin kestirilmesi/öngörülmesi konulu toplantılarında
yapılan tüm araştırmaları dikkate alarak umutsuz bir tablo çizdiler.
Sadece bir araştırıcı ilginç bir olgudan söz etti: Bazı su kuyuları
depremden birkaç gün önce düşüyordu. Ve bu değişim kilometrelerce
uzakta depremden önce gerçekleşiyordu. Son sözünde araştırıcı (H.
Wakita), “su kuyularında görülen değişimler, deprem olan fayla
ilişkili olarak çok uzaklarda gerçekleşmektedir. Günün birinde birisi
bize bunun doğasını açıklayabilirse deprem tahmin edilebilir,
olacaktır” dedi. Amerika merkezli sığ kuyu araştırmaları deprem
olması beklenen fayın üzerine yığılmıştı. Ve bu stili izleyen tüm
araştırıcılar “kuyularda gözlenen seviye değişimleri deprem anı ve
sonrası gerçekleşmektedir. Bu nedenle tahminde önemli bir yer
tutmazlar” yönünde görüş açıkladılar. Çoğu araştırmada deprem
merkez üssünden kilometrelerce uzaktaki bir kuyunun depremden birkaç
gün önce düştüğü de rapor edildi ve “bunun nedeni bilinmemektedir”
diye göz ardı edildi. Oysa Çinlilerin tahminlerini sağlayan
parametreler arasında çok geniş alanlara rasgele dağılmış birçok kuyu
vardı. Haicheng depreminden önce 650 adet gözlem kuyusunun yüzlercesi
depremden birkaç gün öncesinden başlayarak düşmüştü. Bu kuyular deprem
tahmininin içinde bir yer tutuyorlardı. Batılı araştırıcılar çok
sayıda kuyunun düşmemesini öne sürerek bu kuyuları da güvenilmez
varsaydılar. Bu durumda iki farklı sonuç ortaya konuyordu.
*Birincisi deprem olan fayın
üzerinde kuyular deprem anı ve sonrasında düşer veya yükselir.
*İkincisi deprem öncesi merkez üssüne uzakta bazı kuyular düşer.
İkinci argüman için son sözü
H. Wakita söylemişti. Uzak kuyularında depremle bir ilişkisi olması
gerekirdi. Oysa 245 yıldır sığ kuyularda düşen su seviyelerini bilen
bilim adamları deprem merkez üssüne uzak olmaları dolayısıyla bu
konuyu incelemekten kaçınıyorlardı. Bunun temelinde iki bilimsel ön
yargı yatar. Birincisi, deprem derinde olduğu için derinlerdeki etki
yüzeyden daha güçlü ve belirgindir. İkincisi, deprem öncesi
deformasyon uzaklığın karesi ile ters orantılı olduğundan, deprem
öncesi uzak yerlerde bir değişim olmaz. Bu durumda elde edilecek sonuç
bir hiçtir, uzaktaki sığ kuyuları araştırmak gereksiz ve boş bir uğraş
olacaktır.
Bunun böyle olduğunun etkin
kabulü uzun yıllar yer bilimleri camiasına hakim oldu. Sığ kuyularda
oluşacak değişimlerin doğası hakkında ilk ön bilgi İskoçyalı bir bilim
adamı olan S. Crampin’den geldi. Yerin 60 metrelik üst kesimi, deprem
öncesinde deforme oluyordu. Bu dolaylı yoldan ölçülebiliyordu. Artan
stres sonucu yerdeki mikro çatlaklar açılıyor ve içine su giriyordu.
Bunu dolaylı yoldan, kesme dalgasının yavaşlaması gösteriyordu.
Yeryüzü deforme oldukça çatlaklara su doluyor ve kayadan kayaya geçmek
isteyen sismik dalga yavaşlıyordu. Bunu İzlanda’da test eden Crampin 4
depremi bilmişti. Üstelik deprem merkez üssünden kilometrelerce
uzakta. Çok sayıda gözlem noktasıyla hangi fayın, ne kadar bir süre
içinde, hangi şiddet civarında kırılacağını stres tahmini ile yaptı.
Bu noktada Wakita ve Crampin’in görüşleri ışığında, Çinlilerin önceden
bildikleri depremde kullandıkları sığ stres ölçerlerin aslında önemli
bir yeri olabilirdi. Fakat yerin 100 metrelik kısmında deprem
episentrından uzakta, depremin öncü etkisi olamayacağı varsayımı bu
ölçümlerinde göz ardı edilmesine neden oluyordu. Çünkü stres ölçerler
de bazen bir şey söylemiyorlardı. Yine doğru soruyu sormak gerekiyor.
Acaba deprem episentrına uzak alanlarda stres değişimi ve kuyu düşümü
kaydeden Çinliler bunlar arasında bir bağ aramış mıydı? Bunun cevabı
elde bulunan bilgiye göre hayır. Batılılar ise faya yakın gözlemler
yaparken uzaktaki değişimi sorgulamışlar mıydı? Cevap yine hayırdı.
Çinliler gözlem noktalarını çok geniş alanlara yayıyor, kimisi faylara
yakın kimisi uzak oluyordu. Batılılar sadece kırılması beklenen fay
üzerinde gözlem yapıyordu. Biri aşırı sistematik diğeri ise
asistematikti. Bu olsa olsa yaşam felsefesinin bilime yansıması
olabilirdi. Batının şüpheciliği bazen paranoyak boyutlarda idi.
Çinliler ise kimseyi dikkate almayacak kadar rastlantıları önemli
saymış her parametreyi ölçmeye kalkmışlardı. Ama başarı %30’du ve
sistematik yoktu. Tüm bu fikir tartışmaları sürerken ülkemizde arka
arkaya iki büyük deprem oldu. Yerbilimciler kamera karşısında depremin
önceden bilinemeyeceğini sürekli tekrar ettiler. Bir yandan bunun
kader olamayacağını bilimin her sorunun cevabını vereceğini öne
sürenler de ekranlarda yer aldılar. Hatta amatörler 100 yıldır bilgi
sahibi olduğumuz piezoelektrik değişimleri ölçerek depremi önceden
bileceklerini öne sürdüler ve birçok anomali içinden depremle
uyuşanını yetkililere gösterge diye sundular. Oysa 40 yıldır
piezoelektrik deprem araştırmalarında kullanılıyordu ve depremle
ilişkili sinyaller vermesine rağmen hangilerinin depremi göstereceği
bilinemiyordu. Grafiklere bakanlar şu anomali deprem öncesi diye ancak
depremin ardından söyleyebiliyordu. Bir süre sonra amatör
elektrikçilere amatör üniversite hocaları da katıldı. Onlarda statik
elektrik değişimlerini ölçüyorlardı. Yine statik alan değişimleri
deprem öncesi saptanmış anomaliler içindeydi. Hatta bu değişimlerin
bulutların bile dizilişini ve şeklini değiştirdiği Rus bilim adamları
tarafından öne sürülmüştü. Ama televizyonda başbakan danışmanı
bunlardan bihaber, statik elektrik ölçen Türk bilim adamlarını depremi
önceden bilen aleti yaptılar diye tanıttı. Komik olabilir ama, aynı
prensiplere dayanan bir aleti Beşiktaş’ta fotokopi çektirdiğim
dükkanın yanındaki berber de yapmıştı. O sadece bu değişimi analog
ölçüyordu. Asetatlar farklı büyüklüklerde kesilmiş ve iletken, bir
metre uzunluğunda iki antene geçirilerek bir statik elektrik
toplayıcısı yapılmıştı. Yalıtkan maddeden oluşan kavanozun içinde iki
tane elektrot arasında bulunan asetat çubukları havada statik elektrik
arttıkça yukarı çıkıyorlardı. Ve çocuklarıyla birlikte kayıtlar
tutmuşlardı. Onlarında kayıtları bazı artçıları saptamıştı. Adamcağız
yeni birşey bulmuş gibi anlattı. Oysa ortaokul fen bilgisi
kitaplarında bunu okuyan bizler ebonit bir tarağı yün kazaklarımıza
sürterek aynı işi yapıyorduk. İkide bir kapı kollarını tutarken bu
yüzden çarpılıyorduk. Piezoelektrik ölçümü için işin doğru yanı şuydu:
Faylar kırılmadan önce kuvars mineralinin uzamasından kaynaklanan
piezoelektrik değişimler oluşuyordu (dual pikap iğnelerinin plağa
basıp elektrik üretmesi gibi). Fakat problem, her kayada kuvars yoktu
ve bu nedenle bu tür değişimler bazen görülmüyordu. Bu durumda kireç
taşından, çamur taşından oluşan kırılgan bir kayayı kesen fayın ne
kadar piezoelektrik oluşturacağının bilinmesi gerekirdi. Ayrıca normal
zamanda sık gözlem noktalarıyla ölçülmüş, sürekli yapılmış alan
haritaları belki bir işe yarardı. Ama mucitlerimizin aleti bir depremi
önceden bilmekten çok uzaktaydı. Amatör bilim adamlarımız da statik
elektrik değişimlerinin doğasına ilişkin araştırmaları okusalar
karşılarına benzer sorunlar çıktığını görebilirdi. Oysa depremi
önceden bilmek değil tahmin edebilmek bir alete bağımlı olarak değil,
gözlem ve gözlemi destekleyen çok sayıda örneğin ortaya konmasıyla
yapılabilir. Bu durumda yapabileceğimiz önceden bilmek “prediction”
değil, en fazla tahmin “forecast” etmektir.
17 Ağustos ve 12 Kasım
depremleri tahmin edilebilir miydi?
Tüm tartışmaların ekranlarda
kavgaya dönüştüğü, tek parça mı çok parça mı kırılacak yönünde
neredeyse kamuoyu yoklamaları yapıldığı bir dönemde, iki genç bilim
adamı aralık ayında 17 Ağustos ve 12 Kasım depreminden 142 kilometre
uzakta bir sığ kuyuda depremlerin birincisinden 8, ikincisinden 16
dakika önce suların düştüğünden haberdar oldu. Bir sığ kuyu, insandan
uzak bir yerde, kadmiyum pilli bir mikroişlemciye kayıt yaptıran
mekanik bir aletle donatılmıştı. Veri dosyasında iki depremin de
öncesinde kuyunun çıldırdığı görülüyordu. Oysa kuyu, literatürde
deprem öncesi değişimlere en duyarsız olan depo türünde basınçsız
akiferde açılmıştı. Üstelik her iki depremin de merkez üssüne uzaktı.
Bir devlet kurumu, bir ovada sulamanın sağlıklı yapılabilmesi için
mekanik aletlerin kontrolü güç olduğundan kayıtları bilgisayar
ortamına almak için bu aleti taktırmıştı. Teknisyenler kağıt rulo ve
pil değiştirmeye ayda bir gidecekleri yerde altı ayda bir gidip, bir
diz üstü bilgisayarı fişe takıp, tüm veriyi birkaç saniyede transfer
edeceklerdi. Bu işlemi 16 Kasım’da yaptıktan sonra aletin yapımcısı
firmaya veriyi kontrol etmeden posta ile yolladılar. Yapımcı ise
nedenini anlamadığı iki değişimi işaretleyerek iki genç araştırıcıya
yolladı. İki araştırıcı verilerin güvenilirliğini test ettikten sonra
saygın! yerbilimcilere konuyu danıştılar ve karşılarına çıkan
yaklaşım, alet veya veri ile ilgili olumsuz düşüncelerdi. Bir ay
boyunca bu anomalilerin nedenini tartıştılar. Bir gün bölgenin
jeolojisiyle ilgilenen bir üçüncü genç doktora öğrencisine geldiler.
Üçüncü, meraktan doktora konusu olmadığı halde eski bir fay üzerinde
araştırma yapıyordu. Kuyu da bu eski fayın üzerindeydi. Bunun üzerine
üçüncü bu veriyi kendi çalışmasında, araştırdığı fayın neden çok az
deprem ürettiğini açıklamak için kullanacaktı. Bunun üzerine üç
araştırıcı birbirine şu soruyu sordu: Biz bu kuyuya dayanarak 17
Ağustos ve 12 Kasım depremlerini önceden tahmin etmemizi sağlayacak
bir model kurabilir miyiz? Bunun üzerine üçüncü, fayla ve deprem olan
fayla ilgili kuyu yerinin ilişkisini kuracak bir model hazırladı.
Sonuçta, bu değişime benzer değişimlerin olabileceği yerler vardı.
Bunun üzerine o yerlerde de böyle değişimlerin olup olmadığını anlamak
için yapılan araştırma sonucunda, tahmin yapılacak yerlerde aynı tür
elektronik aletlerden 7 tane olduğu öğrenildi. Artık üçüncünün
hazırladığı model test edilebilecek, öngördüğü ideal sınır koşulları
bilimin acımasız eleştirisinden gözlemle geçecekti. Hazırlanan kuram
geçerli ise üç bilimsel argüman yanlışlanacaktı. Bunlar; depremle
ilgili tahmin çalışmaları kırılacak fay üzerinde yapılır, deprem
öncesi ölçülmesi gereken deformasyonlar derin deformasyonlardır ve
deprem gözlem kuyuları derin ve basınçlı akifer üzerinde olmalıdır,
argümanlarıydı. Bir süre sonra verilerin “dat” dosyaları
araştırıcıların eline ulaştı. Kurama göre 6 kuyu ideal yerdeydi. Bir
tanesinde ise deprem anı veya sonrası değişiklik olması gerekiyordu.
Veriyi bilgisayara çizdiren araştırıcıların elinde 17 Ağustos’ta bir
kuyu, 12 Kasım’da 8 kuyu vardı. Model önerilen sınır koşulları içinde
geçerliydi. Öngörülen alanlarda 29 saat öncesinden başlayarak sığ
kuyularda su seviyesi depremden 4 dakika öncesine kadar değişiyordu.
Üstelik kırılan fay üzerinde olan bir kuyu da deprem anı ve sonrasında
düşmüştü. Kısacası bilimin ön yargılarla dolu pozitivist şüpheciliği
ile oluşturduğu determinizm her alanda olduğu gibi bu alanda da
çuvallıyordu. Deprem önceden bilinemezdi ama tahmin edilebilirdi.
Elinizde bir alet değil, gelen bir depremi ortaya koyacak ilkeler,
ilkeleri açıklayan bir yöntem ve bu yöntemi destekleyen bir veri
demeti olması gerekiyordu. Bu üç araştırıcı bunun üzerine kendi
bulgularını geçmişteki tüm uluslararası yayınlanmış araştırmalardaki
bulgularla deneştirdiler. En hoş sürpriz H. Wakita’nın depremi önceden
haber veren kuyusu EDY’nin neden üç depremi haber verebildiğini
biliyorlardı. Örnekler çoğaldıkça çoğaldı. 245 yıldır neden olduğu
bilinmeyen sığ kuyu değişimlerinin doğasını anlatacak, batıyla doğunun
çizdiği yollar dışında üçüncü bir yol vardı. Deformasyonun yerel
dağılımını denetleyen eski kırıklar ve bunların üzerindeki
değişimlerin doğasını anlamaktan geçiyordu. Bu kırıklar ne kadar uzağa
giderse gitsin kırılacak faya bir noktadan değmeleri yeterliydi. Tüm
bilim adamları bunları gözlemleyebilir ve altında yatan gerçeği fark
edebilirdi. Ama ön yargıları buna engel olmuştu. Bu üç araştırıcıya
göre depremler önceden tahmin edilebilirdi. Üstelik, bir cumartesi
akşamı uydu verilerini ve diğer parametreleri inceledikten sonra
İstanbul pazar günü çok bulutlu olacak, tüm Trakya bir hafta boyunca
soğuk hava etkisinde kalacak diyen bir hava tahmincisinin keskinliği
ile. Bunun üzerine üç genç bilim adamı televizyonlarda çığırtkanlık
yapmadan, çalışmalarını Elsevier Bilim Yayınları’nın bir dergisine
yollardılar. Derginin şef editörü de dahil üç hakemin süzgecinden
geçen makaleleri kabul edildi. Artık baskı kesin, mutlu son kabul
mektubuyla gelecek telif mektubunda. Makalenin son satırlarında “17
Ağustos ve 12 Kasım depremleri ve birçok deprem ortaya koyduğumuz
ilkeler ve olgular dikkate alınsaydı yüksek bir olasılıkla tahmin
edilebilirdi” yazıyor. Sonuçta insan zamanı ve dünya zamanı
birbirinden çok farklı. Dünyanın insan ömrüne kıyasla bir saniyesi üç
milyar sekiz yüz seksen sekiz milyon defa daha fazla, dünyanın bir
günü insanın 45 bin günü. Bu koşullarda 22 Ağustos 2001 saat
13:30:45’te N 41 32’ 28’ E 26 32 44 koordinatlarında 22 km derinlikte
deprem olacak demediğiniz sürece bir depremi önceden bilmeniz mümkün
değildir. Ama önümüzdeki 28 saat içinde olası bir depreme karşı
hazırlıklı olmalıyız. Elimizdeki gözlem noktalarının %70’i kırılması
beklenen şu faya doğru deformasyonun etkinleşmeye başladığını
gösteriyor. Tüm kuyular hareketlendikten bir kaç dakika sonra
kırılmayı bekliyoruz diye tahmin yapabilirsiniz.
Deprem Tahmin Etmek ya da
Etmemek İşte Mesele Bu.
Olası bir depremin
yerbilimlerinin acabalarla dolu dünyasında tahmin edilebilmesi
önümüzdeki 30 yıl içinde (Dünya yılı ile 2 salise) Marmara Denizi’nde
mümkün gözüküyor. Bu, Kuzey Anadolu Fayı adını verdiğimiz 8 günlük bir
bebeğin kalp atışları kadar periyodik, bazen hızlı bazen yavaş ama
canlı bir gerçeklik, kaotik ama kendi içinde düzenli. Ve Kuzey Anadolu
Fayı büyüyüp yaşlanana kadar sürecek. Olasılıkla ömrü bir kelebek gibi
dünya zamanıyla bir kaç hafta. Ama canlı ve devingen, bir o kadar da
güçlü. Üzerinde yaşayan bizler onun yaşamı ve boyutu karşısında
anlaşılmaz bir biçimde sağır ve dilsiz kaldık. Üç genç araştırıcının
yayınlamak üzere oldukları makalelerine göre bir Marmara Depremini
bilme şansımız var. Bu şansı kullanabilecek miyiz? Bu şansı kullanmak
için ülkeyi ve ulusu gerçekten kendinden üstte tutacak akil adamlar
var mı? Eğer bu tahmini açıklayacak kadar cesur, medya ve şarlatan
bilim adamlarının deprem gerçekleşmediği taktirde sizin başınıza
öreceği çoraplardan korkmayacak sizi sonuna kadar savunacak kararlı
bir koruyucunuz varsa, evet. Bir gün önceden bankalardan paraların
uçmasını engelleyecek, sokakları denetim altına alabilecek, halkın
malını mülkünü yağmalanmaktan koruyacak bir güç. Havaalanlarını elinde
tutacak, erken uyarı öncesi kargaşa oluşturan halk düşmanlarını
cezalandırabilecek bir güç. Ve aynı kurtuluş savaşındaki gibi yıkılan
ülkede cumhuriyeti kuran “hayatta en hakiki yol gösterici bilimdir
fendir” sözlerinin arkasından yürüyerek her şeyi baştan kuracak
bir güç. Fayların üstündeki şehirleri taşımak için halkı ikna
edebilecek, cumhuriyetin kuruluşundaki Orta Anadolu’nun ihyası
felsefesi yolunda yürüyerek fabrikaları verimli tarlaların üzerinden
taşıtacak bir güç. Sanırım böyle bir güç ülkedeki yarı cahil aydınlar
ve cemaat demokrasisinde bir tek şey yapabilir. O da karar vermek.
Cumhuriyeti 21. yüzyılda teknik ve çağdaş bir devlete dönüştürecek bir
toplum mühendisliği projesini 20 milyon insanın hayatını kurtarmakla
başlayarak uygulama yolunda harekete geçmek. Bu yolda yürüyen
yurtseverleri bulup bir araya getirecek bir güç. Liyakati ve
çalışmanın değerini verecek bir güç. Medyaya, siyasetçiye, şarlatan
profesörlere kanmayıp herkesten önce önlemleri alma yolunda gerekeni
yapmayı bilecek bir güç. Yapmazsa o zaman yazık olmuş Çanakkale’de,
Yemen’de, Trablus’ta, Dumlupınar ve Sakarya’da şehit düşen
dedelerimize, yazık olmuş toprak bütünlüğümüzü korumak için
Güneydoğu’nun dağlarında şehit düşen Mehmedim’e. Yazık yaşamını
cephelerde geçirip bir cumhuriyet kurup bilim ve aklı bizlere miras
bırakana. O zaman, O’nun yolundan yürüme nutukları ham bir söz, boş
laf imiş. Böyle bir cumhuriyet sanırım benim cumhuriyetim olmaz. Ve
sözünü ettiğim bu araştırmayı yapan üç genç halen yataklarında rahat
uyumuyor. Bazı şarlatanlar televizyonlarda, holdinglerin konferans
salonlarında saat ücreti alırken, bina kontrolleriyle malı götürürken
(kendi deyimleridir), O’nlar bilgisayarlarının başında, kütüphanede,
dağ başlarında kendi paralarıyla bir umudun arkasından yürüdüler.
Görevlerini yaptılar; M. Kemal Atatürk’ün gösterdiği bilim ve akıl
yolunda ulusları için çalıştılar.
Okuyucunun aklına bu üç genç
bilim adamının kim olduğu gelebilir. Oysa kim oldukları önemli mi?
Ortaya koydukları ilkeler ve yöntem herkesin uygulayabileceği ve
anlayabileceği kadar açık. Onlar olsa da olmasa da bu ilkelerden yola
çıkanlar depremi tahmin edebilecek şansın sahibidirler. Yeter ki
bilimin yolunda yürürken kendilerine yapılacak dayatmalar (bilimsel ve
sosyal) karşısında güçlü olsunlar. Yeter ki bunu para kazanmanın bir
aracı yapmasınlar ve çıkar çetelerinin, ulus düşmanlarının hizmetine
sunmasınlar. |